Rahmi Sarıkurt: Deveyi Yardan Uçuran Bir Tutam Ottur

Padişah ile veziri oturmuş havadan sudan konuşuyor, sohbet ediyormuş. Nerden çıktıysalar bir grup köpek de oynaşarak önlerinden geçip giderken bazıları sarayın duvarını kirletmiş, yollarına pislemişler. Köpeklerin bu hareketleri padişaha bir şeyler hatırlatmış olmalı ki vezirine dönüp şöyle demiş: 
- Köpek köpekle, insan insanla…
- Belli hünkârım, herkes hemcinsiyle…

Tecrübeli padişah; vezirini hem imtihan etmek hem de zaaflarını ölçmek için ona esrarlı bir sual yöneltmiş:

- Kıymetli vezirim!
- Padişahım varolsun!
- Hep birlikte!
- Sultanım ne buyursa, emri başımız üzere… Emrediniz!
- Sence sokaklarda koşuşturan şu kelplerin necasetinden daha pis bir şey var mıdır dünyada? 
- Vardır padişahım!
- Nedir?
- Hınzır necaseti!
- Hayır bilemedin!
- Dilim varmıyor daha beterini söylemeye!
- Söyle, çekinme!
- İnsan necaseti!
- O da değil!
- !!! 

Vezir, aklına gelen en pis şeyleri sayıp sıralamış amma ve lakin padişah kabul etmemiş. Çok düşünmüş, terler dökmüş vezir. Padişah, vezirin çaresizliğini görünce ona bir mühlet vermiş:

- Hadi git; ulamadan, füzaladan, şuaradan sor, sual et… bu sualimin cevabını bulmadan gelme!
- Ferman padişahımızındır!

Padişahın gözüne girmek isteyen vezir, suale cevap bulmak için yollara düşmüş. Dağlar aşmış, çöller geçmiş, karşısına kim çıkmışsa padişahın sualini sormuş. Sormuş ama hiçbiri de münasip cevap verememiş. Yine düşünceli düşünceli bir sahrada gezinirken koyun otlatan bir çobana rast gelmiş. Sıradan bir yolcu gibi davranan tebdil-i kıyafet vezir, çobana selâm verip aldıktan, birbirlerine hâl-hatır sorduktan sonra bir gölgeliye çekilip dünya meşguliyetiyle alakalı sohbete dalmışlar. Konuşmasından çobanın sıradan biri olmadığını anlayan vezir. Bu sefer aynı sualı ona da sormuş:

- Çoban efendi!
- Buyur yolcu!
- Padişahımız, vezirine demiş ki; “itin pisliğinden daha pis ne vardır?" O da çok uğraşmış, mantıki cevaplar vermiş ama padişah hiçbirini kabul etmemiş. 
- Demek pek zor bir sualmış!
- Öyle olmalı ki; memleket bu sualle çalkalanıyor! Sence ne olabilir?
- Bunu ancak alimler cevaplar!
- Öyle bir alim var mıdır buralarda?
- Mutlaka vardır! Lakin…
- Lakini de ne?
- Ey yolcu! Padişahın suali de ona verilecek cevap da o kadar mühim değil! 
- Ne demek istersin çoban kardeş?
- Seninle daha mühim bir mesele hakkında konuşmak isterim!
- Neymiş?

Çoban, ses tonunu iyice yavaşlatarak vezire eğilip fısıltıyla:

- Aman kimseler duymasın! "Yerin kulağı vardır" derler! Ben şu karşı tepenin arkasında büyük bir hazine buldum. Tek başıma altından kalkamam! Sen gün görmüş, akıllı birine benziyorsun; gel birlikte çıkaralım, demiş. Meraklanan vezirin gözleri büyümüş!
- Eeee!
- Heyacanlanma! Çıkaralım ve ihtişamlı bir kasır yaptıralım, mükemmel bir saray dikelim! O senin padişahın sarayından da yüce olsun! 
- Sonra?!
- Sonrası da; sarayımız olunca ona bir padişah bir de vezir lazım olmaz mı? 
- !!!
- Sen padişah, ben de vezirin olayım, asker toplayalım, ordularımız olsun, saltanat sürelim, memleketi bir güzel idare edelim!
- !!! Garip yolcu kıyafetleri içindeki vezir, duydukları karşısında pek heyecanlanmıştı. Çobana belli etmese de sevincinden eli-ayağı birbirine karışmış, ter basmış. Bütün aklı fikri; o hazineyi tek başına ele geçirmede, şanına şan, ününe ün katmadaymış. İhtimalleri, olabilecekleri düşünerek adeta kendinden geçmiş. Daha fazla dayanamadan çobana dönmüş, oldukça müşfik, babacan görünüyormuş: 
- A akıllı çoban; sen neler söylersin? Neredeyse kalbim duracak! Daha neyi bekliyoruz? Derhal hazinenin yerine gidelim! Kaybedilecek vaktimiz yok, hâlimiz de! Hadi gidelim, icap edeni yapalım…
- Acele etme arkadaşım! Bir şartım var!
- Ne şartı?
- Hazinenin yerini gösterme şartı! 
- Neymiş?
- Belki hoşuna gitmeyecek ama şartım basit fakat biraz acayip!
- Olsun!
- Öyle diyeceğini biliyordum! Şu karşıda gördüğün itimin necasetini üç defa yala! Hemen hazinenin yanına gidelim!
- Ne acayip şartın varmış?
- Dedim ya! Kusura bakma! Bana da öyle yaptılar! Başka bir köyün çobanı aynı şartla hazinenin yerini gösterdi. Ben tereddüt etmeden istenileni yaptım!
- Sonra?
- Sonrası, güle-oynaya hazinenin kapısına kadar gittik. Gittik ama o çobanın eceli gelmiş meğer, oracıkta öldü. Şimdi hazinenin yerini benden başka bilen yok! Akıllı bir arkadaş arıyordum ki; karşıma siz çıktınız!
- !!!
Aç gözlü vezir; tamahkâr olduğu için; “nasıl olsa buralarda beni gören, bilen yok! Ne çıkar; şartı yerine getirir, hazinenin yerini öğrenir, sonra diğer çoban gibi ben de bunun icabına bakarım!”  diye içinden geçirerek bu garip şartı kabul etmiş. İt necasetinin yanına gidip hiç tereddüt etmeden eğilmiş, denileni yapmış ve bir muzaffer komutan edasıyla da geri dönmüş:
- Hadi bakalım çoban efendi! Gördüğün gibi ben şartını yerine getirdim, sıra sende! Hazine nerede?
- !!!
Çoban, vezirin bu haline katıla katıla gülerek, ona ders olabilecek şu sözleri söylemiş:
- Ne kadar garip bir yolcu olduğunuzu söyleseniz de; hâl ve hareketlerinizden, konuşmalarınızdan sizin vezir olduğunuzu pek âlâ anlamıştım vezirim! 
-  !!!
- Şimdi git o padişahına de ki; “Padişahım; kelp necasetinden daha pis şey; TAMAHTIR, AÇGÖZLÜLÜKTÜR, NANKÖRLÜKTÜR! Ecdadın şu sözünü de unutma: “DEVEYİ YARDAN UÇURAN BİR TUTAM OTTUR!”
- !!!
Vezir, itin pisliğinden sonra bir de bu laflara muhatap olunca kahırlanmış, acı içinde; “DEVEYİ YARDAN UÇURAN BİR TUTAM OTTUR” diye diye makamını, mevkisini, vezirliğini kaybettiği gibi aklını da yitirmiş, deli divane olmuş!