Gönül, insana bahşedilmiş en kıymetli hazine-i ilahi olarak, yumuşak ve nazik bir surette yaratılmıştır. Lakin zamanla dünya vehmi, nefis arzuları ve gaflet perdesi, bu kutsî mekânı taş kesebilir. İşte bu hal, insanın ruhunu irşat eden ilâhî ayet ve hadislerin tesirini köreltir, mübarek duaların bereketini silebilir. Katı kalp, Allah’a olan muhabbetin serin sularını hissetmez; ibadet rutine döner, şükürsüzlük alışkanlık hâline gelir. Katılaşmış kalp, her daim dünya arzularına meyletmiş, fani zevklerin tuzağına düşmüş demektir. O, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hatıralarını duyduğunda sarsılmaz; sahabe-i kiramın kıssalarını okuduğunda sarsılmaz; hatta Rabbani kelamın nurundan bihaber olur. Bu hâl, bir nevi gönül kemâlinden mahrum kalmaktır. Kalp, katılaştıkça mübarek hislerin kıymetini bilmez, ahiretin hatırası gözünde sönükleşir. Hz. Ali (ra) buyurur ki: “Kalp, Allah’tan uzaklaştıkça taş kesilir; gönül yumuşadıkça nur bulur.” Bu bilgiler ışığında bir kalbin katılaştığını gösteren alametleri maddeler halinde sıralayacak olursak şunları söyleyebiliriz:
1. Ayetlerden Müteessir Olmamak: Söz vardır, insanın bağrına hançer gibi saplanır; söz vardır, rüzgâr gibi geçer. Kur’an-ı Hakîm, lafzı ilâhî olan bir hitaptır; sinesinde kevn ü mekân sırlarını, Hakk’ın muradını, ebediyet yolunun menzil taşlarını taşır. Lâkin her kelâm muhatabının gönül terazisine göre tesir eyler. Gönül, rikkat ve huşû ile doluysa ayet-i kerime bir diriliş çağrısı olur; fakat kalp kasvetle kuşanmışsa, o kelâm semadan süzülen bir nur değil, sadece geçmişten gelen bir metin olur. Katılaşmış kalp, Allah Teâlâ’nın kelâmından nasibini alamaz. Tilâvet edilen her ayet, kulağından girer fakat kalbine değmeden süzülüp gider. Ne göz yaşarır, ne sinede bir titreme olur. Oysa Kur’an bir kalem değil, bir kılıçtır; kiminin kalbini açar, kiminin perdelerini indirir. Ayetler, “mü’minlerin derisini ürperten, sonra kalplerini yumuşatan” hitaplardır. Fakat kalbi katılaşmış kişi, bu ürpertiden mahrumdur; çünkü kalbi bir taşa değil, belki taştan daha da katıya dönmüştür.
Kalbi kasvetle örtülmüş kişi için ayet, bir bahar rahmeti değil, sükûtun taşına çarpan nafile bir rüzgârdır. İlâhî kelâm gönüllerde rikkat uyandırması gerekirken, o taş kesilmiş sinede yankılanmadan kaybolur. Zikr-i Hak, onun nazarında sıradan bir kelâm, Kur'an ise sanki tarihî bir eser mesabesindedir. Hâlbuki mümin, her ayette bir nidaya muhatap olur. Kalbi nasır tutmuş kişi ise bu nidâya sağırdır; zira kalbi, gafletin ziftinde boğulmuştur. Ne zaman gözyaşı toprağı ıslatır, işte o vakit rahmet filizlenir. Kalp bir denizdir; ayetler o denize düşen inci tanesidir. Lakin taşlaşmış kalpler, inciyi görmez, sükûn içinde bakar yalnızca taşa. Ayet mevsimi geldiğinde, gönüllerinin toprağı çorak kalır; ezan sesinde dahi titremez, o gönüllerde bir melâl yoktur. Kur’an’ın nuru onların kulağına çalınsa da, azgın nefsin zırhı altında kaybolur. Önce nurun çöküşünü görürüz, zamanla gönlün ağırlaşmasını hissederiz, en son ise o gönül, mahşerde utanılacak hâle düşer. İşte bu hâl, ne büyük bir hüsrandır! Allah Teâlâ, bazı kullar için “Sonra bunun ardından kalpleriniz kasvet bağladı; artık onlar taş gibi, hatta taştan da katıdır.” (Bakara, 74) buyurur. Kalp eğer bir rahmet menbaı olmayacaksa, onun taşıdığı et yığını neye yarar? Allah kelâmı karşısında kalbin titrememesi, insanın manevi ölümü demektir.
Ayetlerin manevî yankısı, ancak temizlenmiş, takva ile cilalanmış kalplerde yankı bulur. Gafletin pasıyla kararmış gönül, artık duymayı ve hissetmeyi yitirmiştir. Huzurda okunan bir Yasin, ona uyku getirir; secde ayeti geçer, o hâlâ hayâl âlemindedir. Oysa ashab-ı kiram bir ayetle gecesini sabaha bağlar, bir kelimeyle ömürlük muhasebelere dalardı. Günümüz insanı, ekranlar karşısında ayet dinlerken bir kulağını başka bir cihaza, kalbini dünya telaşına vermiştir. Kur’an tilâveti fon müziği gibi arka planda akar; ne bir duraksama, ne bir tefekkür… Bu hâl, sadece bir hissizlik değil, belki de rûhî bir felc hâlidir. Kalbin marazı bu noktaya geldiğinde, artık dua da, nasihat da, vaaz da tesirsiz kalır. Çünkü iman bir cevherdir; o cevher söndüğünde, sözler susar.
2. Ruhun İbadet Sahasında Miskinleşmesi: İbadet, kalbin Hâlık’a arz-ı ubûdiyetidir. Lakin katılaşmış kalp, secdeyi yük, namazı angarya telakki eder. Sabahın seherinde, melekler şehadet verirken, o hâlâ gaflet yorganına sarılmıştır. Gönül aşk-ı ilâhîden mahrum olunca, kulluk da şekil ile sınırlı kalır. Mescit, onun için gurbet; mihrab, mesafedir. Oysa ibadet, gönlün Rabbe nazar etmesidir. Gönül donunca, yöneliş de donuklaşır.
İbadet, kulun Hâlık’ına uzanan en latif bağdır. Mâbud ile abd arasındaki en ulvî münasebet, namazla, duayla, tespihle kurulur. Secde, sadece alnın yere değmesi değil; ruhun Rabbinin huzurunda incinmesi, kalbin sükûta bürünmesidir. Lakin zamanın pası, nefsin talihi, dünya gamının zehri kalbe öyle sirayet eder ki, kulluk bir vecd olmaktan çıkıp, ertelenen bir meşakkat hâline gelir. Taşlaşmış bir kalp için ibadet, bir yük, bir zahmettir. Rükû ve secde onun için yalnızca bir hareket olur, huşû ve ihlâsı olmayan bir gösterge… Tembellik pençesine düşmüş bir gönül, “yarın kılarım” diye erteler, namazı saatle ölçer, sadakayı hesapla verir. Bu hal, kalpteki füturu, iman zayıflığını ve dünya sevdasının galebesini gösterir. Namaz vakti yaklaşır, fakat el telefona kilitlenmiştir. Kalp, vakitli randevulara koşar, ama Rabbin davetine üşenir. Mü’min, her ezanda Hakk’a çağrılır, her vakitte affa davet edilir; lakin bir türlü nefsin atâletinden silkelenip o davete icâbet etmez.
İbadette tembellik, yalnızca namazı geciktirmekle kalmaz; orucu ağır görmek, Kur’an okumaya üşenmek, zikir meclislerinden haz etmemek gibi nice tezâhürleri vardır. Kalp, ibadetten lezzet almazsa, dünya oyunlarına meyletmeye başlar. Ruhun gıdası olan ibadet terk edilince, gönül aç kalır; kalınca da, dünyevî meşgalelerle doymaya çalışır. Bu hal, Kur’an’da “Ve onlar namaza kalktıkları zaman üşene üşene kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar ve Allah’ı çok az zikrederler.” (Nisâ, 142) ayetiyle tasvir olunmuştur. Münafıklık alâmetlerinden biri olarak zikredilen bu tembellik, kalbin imanla olan bağının zayıflığından neş’et eder.
Ashâb-ı Kirâm, ibadet hususunda aşk, vecd halinde idiler. Hz. Ali (ra), abdest alırken beti benzi sararır, “Niçin böyle oldun?” denildiğinde, “Az sonra Rabbin huzuruna çıkacağım.” buyururdu. Geceleri kıyam ile geçirir, secdeyi vuslat anı bilirdi. Onlar için ibadet yük değil, nefes idi. Peki biz? İşten çıkınca yorgunuz, sabahları uykumuz tatlı, iftarlar sofrada gösteri, tespihse yalnızca dekor... Nefsimize her gün ayrı ziyafet sofrası kurarken, ruhumuza bir lokma ikram etmekten aciz kaldık. Secde, üzerimize ağır geliyor; oysa o secde, insanı arzın en şerefli varlığı kılan şahitliktir. İbadette tembellik, zamanla alışkanlığa, alışkanlık ise gevşekliğe inkılâb eder. Sonra bir de bakarız ki, artık secdesiz geçen günlere üzülmez olmuşuz. Bu gafletin sonu ise, Rabbimizin bizi kul olmaktan çıkarıp nefsimizin kulu kılmasıdır. Zira kim ibadeti terk ederse, ibadeti bırakmaz; ibadet onu bırakır. Netice ise rahmetten uzaklıktır. Oysa Allah Teâlâ, “Secde et ve yaklaş!” (Alak, 19) buyurur. Yakınlık, secdeyle olur; uzaklık, tembellikle... Rabbimize yakın olmak isteyen, tembelliğini hicab bilmelidir.
3. Şükürden Mahrumiyet: İn’âmı görmek basiret ister. Katı kalpli kişi, kendine tevdi edilen nimetleri hak telakkî eder; ihsanı görmez, minnet duymaz. Elindekiyle yetinmez, gözünü daima başkasına diker. Ekmek nimet iken, ona sadece kuru bir lütuftur. Oysa her lokma, Rahmân’ın vedûd bir tebessümüdür. Şükür, nimetin zırhıdır; nankörlükse belânın anahtarıdır. Nimet bir hilâl iken, şükür güneşe çıkarır onu. Ama kalp taşlaşmışsa, nimete kulak vermez. Şükürsüzlük, gafletin cismini oluşturur: göz hâlâ istemekte, dil hâlâ şikâyet etmektedir. Şükür, malın çokluğu değil, kalp hâlinin zenginliğidir. Kulun dil ile değil, hâl ile sergilediği bir minnettarlık lisanıdır. O, nimetin sahibini bilmek, her hayrı Cenâb-ı Hak’tan bilmek ve her rızkın arkasında O’nun rahmet elini görmektir. Lakin zamanın hengâmesi, refahın sarhoşluğu ve nefsin arzuları, insanı öyle bir hale getirir ki; nimetler sel olup akar, fakat kalpten bir “Elhamdülillâh” bile süzülmez. İşte bu, şükürsüzlüktür.
Bugün ümmetin ekseriyeti, sofralarında envâ-i çeşit taâm, musluklarında billûr gibi su ile nimetlendirilirken, yastığında huzur ve güvenlik içinde uykudadır. Lakin ne acıdır ki, bu bolluğun içinde yüzler gülmez, kalpler doymak bilmez. Her şey var, ama gönül rahatsız. Çünkü nimete değil, eksik olana odaklı bir nazar var. Göz doymaz olmuş, kalp tatmin bulmaz. Şükürsüzlük, tam da burada başlar. Hazret-i Mevlânâ’nın ifadesiyle: “Dikenin yanında gülü görmeyen, dikenle meşgul olur.” Biz de elimizdekine şükredeceğimize, olmayana isyan eder hale geldik. Telefonsuz bir hayatı tasavvur edemeyen, su kesintisini musibet bilen, bir hafta pazara çıkmasa vaveyla eden bir çağın evlâdıyız. Oysa Ashâb-ı Kirâm, bir hurmayla sabreder, bir yudum suyu ikram ederdi. Onların kalpleri şükrün huzuruyla doyardı. Şükürsüzlük, kulun kendi fakrını unutarak nimeti kendine mal etmesi, yani kibirle karışık bir nankörlük içinde Rabbini hatırlamamasıdır. Kur’an-ı Azîmüşşân, bu hâli şöyle anlatır: “İnsan doğrusu Rabbine karşı pek nankördür.” (Âdiyât, 6)
Nankörlük, sadece dilde “teşekkür” eksikliği değildir. Göz nimetiyle harama bakmak, şükürsüzlüktür. El nimetiyle haksız kazanca yönelmek, şükürsüzlüktür. Sağlık nimetiyle günaha yürümek, şükürsüzlüktür. Zira şükür, nimeti isyanda değil, itaatte kullanmaktır. Şükür, sadece bollukta değil, darlıkta da sabrın içinde gizlidir. Zira kul, nimet azalınca da “Yine de Allah’tandır” diyebiliyorsa, işte o zaman hakiki şâkirdir. Gazzeliler, bombaların altında “Elhamdülillâh” derken; biz, kahvemizin köpüğü eksik diye homurdanıyorsak bu hâli tefekkür etmek lazım.
Şükürsüzlük, kalbin pas tutmasıdır. Nimete alışmak, onu sıradanlaştırır. Ve insan sıradanlaştığını sandığı her şeyi küçümsemeye başlar. Oysa her lokma, her nefes, her tebessüm, bir rahmet tecellisidir. Fark edilmediğinde rahmet kesilir, nimet alınır, geriye ancak hasret kalır. Şükürsüzlük, kalbi karartan en sinsi hastalıklardandır. Lütfu azımsayan, gazabı celbeder. Nimete nankörlük eden, belayı davet eder. Bu sebeple her nimette “Ya Rab, senden geldi” demek, dilde değil kalpte şükrün nişânesidir.

