Aman Ha Şundan Bahsetme!
Aman Ha Şundan Bahsetme!
Ayşeli Polat yazdı...
Ayşeli Polat yazdı...
“Uzay Çağı” olarak adlandırdığımız bu çağda, süreklilik arz eden ve hızı her geçen gün artan dünyevileşme; yaşanılan çevreyi, sosyal ilişkileri, kültürü, ekonomiyi etkilediği gibi, kişilerin manevi hayatını, itikadî, amelî ve ahlâkî hükümlere bakış açısını da etkiledi. Maddi-manevi, müspet-menfi pek çok şeyle kuşatılan insanın her daim istikamet üzere olması kolay değil, bu bir gerçek. Hele hele Allah’ın emrettiği gibi dosdoğru olmak hiç kolay değil. Kolay olsaydı Rasulüllah (sav), Hûd sûresindeki mezkûr ayet nazil olunca “Hud sûresi ve kardeşleri beni ihtiyarlattı.” der miydi?
Rasulüllah’ı (sav) bu kadar endişelendiren şeyin ne olduğu hususunda Elmalılı, bu ayeti tefsir ederken, “Sen her hususta istikamete memursun ve senin her işte sırat-ı müstakim üzere gidip Kur’an’da emrolunduğun umumi ve hususi bütün vazifelerini emrolunduğun gibi tam bir istikamette yapman gerekir.” der. Yani Elmalılı’ya göre, Allah bütün amelleri görmektedir ve insanın, itikadî, amelî ve ahlâkî bütün görevleri bihakkın yerine getirmesi gerekmektedir.
Müslümanın itikadî, amelî ve ahlâkî konularda istikamet üzere olması İslam’ın ana hedefidir. Dünya hayatının sıkıntı ve nimetlerine karşı insanın fıtrat itibariyle zayıf olduğunu düşünürsek, istikamet üzere devam etmenin ne kadar zor olduğu kendiliğinden anlaşılacaktır. İçinde yaşadığımız çağın en müzmin hastalığı olan dünyevileşmenin etkisiyle, insanın günlük hayatındaki geçimini temin vazifesinden tutun da yap tığı her işte istikamet üzere olma ve Allah’ın hududunu aşmadan adalet ve hakkaniyet üzere devam etme vazifesine varıncaya kadar birçok vazifesi ferdi ve toplumsal hayatta giderek zorlaşmakta, bu sebeple de ameli vazifelerdeki istikametten sapmalar gözlenmektedir. İnsanda mündemiç nefsi istekler ve şeytani vesveseler sebebiyle de ahlaki vazifelerde istikamet üzere olmak, neredeyse imkânsız hale gelmektedir.
Dünyevileşme ve yozlaşmaya karşı dimdik ayakta duran, sağa sola yalpalanmadan “Sırat-ı Müstakim” i muhafaza eden babayiğitlerin mumla arandığı günümüzde, belki de en zor iş, istikameti kaybeden, şirazesi kayan insanlara dini anlatmaktır diye düşünüyorum. Zira dünyanın süsünden ve debdebesinden nasibini alan, nefsin arzu ve isteklerinin peşinden koşan, şeytanın vesveseleriyle başı dönen biri, dinin inzâr içeren birçok emir ve yasağını duymak istemez. Hiç ölmeyecekmiş gibi dört elle dünyaya sarılan biri, nimetler içinde zevk-u safa sürerken, bu dünyanın fani olduğunu, bir gün nimetlerin elinden gideceğini duymak istemez. Özgürce her istediğini yapan, her türlü günahı irtikap eden biri, ötede bütün yaptıklarından hesaba çekileceğini duymak istemez. Kendisine lütfedilen nimetleri bencilce tükettiği için kâinattaki düzeni bozan, canavarca hakka tecavüz eden, başkalarının malına, canına zarar veren biri, bu yaptıklarından ötürü ebedi âlemde azaba uğrayacağını duymak istemez. Bu yüzden de ne zaman bu minvalde bir sohbet işitse hemen itiraz ediyor. Duydukları işine gelmediği için, dünyadaki rahatını kaçırdığı için hadsizce karşı çıkıyor. İstiyor ki hocalar hep tebşir ayetlerini okuyup tefsir etsin. İstiyor ki hocalar hep cennetten, cennet nimetlerinden bahsetsin. İstiyor ki çok az bir amelle büyük mükâfatlara mazhar oluversin. İstiyor ki her türlü günahı fütursuzca işlesin, sonra da sahabenin gireceği Firdevs cennetine giriversin.
Fakat unuttuğu bir şey var: Kur’an’da tebşîr ve inzâr çoğunlukla birlikte zikredilmekle beraber inzâr kökünden gelen kelimelerin daha fazla oluşu dikkat çekicidir. Allah’ın rahmetinin gazabını geçtiği ve her şeyi kuşattığı gerçeğini, cennet tasvirlerinin cehennem tasvirinden daha çok olduğu hakikatini kim inkâr edebilir? Lakin yeryüzünde inkârcıların daha çok olmasına bağlı olarak inzârın da fazlaca tekrarlanması tabii karşılanmalıdır. İslam davetinde korku ve uyarma yöntemine bu derece ağırlık verilmesi, korkunun insanı harekete geçirmedeki rolünün daha fazla oluşundandır. Fahreddin er-Râzî’nin belirttiğine göre bir işin yapılmasını veya terkedilmesini sağlamakta uyarma ve korkutmanın etkisi müjdelemenin etkisinden daha güçlüdür. Çünkü insan menfaat sağlamaktan çok zararı defetmek için çaba harcar.
Peygamberlerin en mühim vazifesi, insan fıtratında var olan dinî potansiyeli harekete geçirmek için vicdanları uyarmak, psikolojik engelleri ortadan kaldırmaya yönelik çalışmalar yaparak, bu hususta etkili olacak bütün yollara başvurmaktır. İnzâr da psikolojik engellerin bertaraf edilmesi için kullanılabilecek etkili yollardan biridir. Peygamber varisleri olan alimler ve din görevlileri de sadece tebşir metodunu değil, inzâr metodunu da kullanarak tebliğde bulunurlar. İnsanın fıtratındaki dini potansiyele hareketlilik kazandırmak adına vicdanlara hitap ederler.
Hal böyleyken, kendi istek ve tutkularını (nefsini) ilah edinmiş birileri çıkar, cehennemi tasvir eden bir hocanın söylemlerinden rahatsız olur ve “Aman ha cehennemden bahsetmeyin! Eğer böyle yaparsanız insanları dinden soğutursunuz” der. Der demesine de sormazlar mı adama “Allah Kur’an’da mütemadiyen niye cehennemden bahsediyor o zaman?” diye. Niye günahkâr ve kâfirleri ahiret gününde bekleyen şiddetli azabı hatırlatıp cehennem tasvirlerini naklediyor? Ya Allah Resulü? Miraç Gecesi’nde muttali olduğu, cehennemde azap gören günahkârların hâllerini neden tafsilatıyla resmediyor? Efendimiz, faiz yiyenlerin karınlarının evler gibi iri ve içinin yılanlarla dolu olduğunu ifade ettiğinde sahabe neden itiraz etmiyor? Gıybet ederek insanların etlerini yiyen ve onların ırzlarına (şeref ve haysiyetlerine) dil uzatan kimselerin, bakırdan tırnaklarla yüzlerini ve göğüslerini tırmaladığını anlattığında etrafındaki kimseler neden ondan uzaklaşmıyor? Neden “Bize böyle şeyler söyleme! Bak yoksa eski dinimize döneriz” deyip tehdit etmiyorlar? Demek ki inzâr metodu, tebliğin olmazsa olmazıdır.
Bir hoca kürsüde Allah’tan hakkıyla sakınmaktan yani takvadan bahsetse, hemen itiraz sesleri yükseliyor. “Aman ha takvadan bahsetmeyin, ağır gelir! Bu zaman ahir zaman. Farzları yapsak yeter! Bir de nafileleri çıkarmayın!” İyi güzel de geçmiş gelecek bütün günahı Allah tarafından bağışlanan bir Peygamber neden ayakları şişene kadar namaz kıldı o zaman? Bu durumu garipseyen Hz. Aişe’ye, neden “Allah’a çok şükreden bir kul olmayayım mı?” cevabını verdi? Daha ölmeden cennetlik oldukları müjdelenen sahabe, cehenneme girer miyim endişesiyle neden tir tir titredi? İkinin ikincisi, Allah Resulü’nün sağ kolu Hz. Ebubekir, halifeliği zamanında iftar vakti kendisine ikram edilen bir bardak soğuk suyla, dünyanın kendisini kabul ettirdiği kimse olma endişesiyle neden ağladı? Kur’an’da neden 24 farklı ayette müttakilerin vasıfları açıklanmış? Demek ki sadece farzları yapmak yetmiyor.
Bir hoca dünyanın faniliğinden, ölümün hakikatinden, kabir kapısının kapanmadığından bahsetse hemen karşı çıkıyor, “Allah gecinden versin” diyerek parmaklarını tahtaya vuruyorlar. “Aman ha ölümden bahsetmeyin, huzurumuz kaçar! Daha genciz, ölmemize daha çok var” diyorlar. Pekiyi, “Her nefis ölümü tadacaktır.” “Biliniz ki, kendisinden kaçıp durduğunuz ölüm, muhakkak gelip size çatacaktır. Sonra akıl ve duyularla idrak edilemeyeni de edileni de bilen Allah’a döndürüleceksiniz. O da size yapıp etmiş olduklarınızı bildirecektir.” gibi ölümü gözümüze sokan birçok ayeti nereye koyacaksın? “Lezzetleri acılaştıran ölümü çokça anın!” hadisini nereye koyacaksın? Demek ki dünyada, hiç ölmeyecekmiş gibi vur patlasın çal oynasın yaşanmayacak. Ölüm, her an hatırda tutulacak ki iyi bir insan olmak için gayret edilsin.
Vaazlarda “Allah’tan korkun! O’nu razı edememekten korkun! O’na layık bir kul olamama korkusuyla tir tir titreyin!” denildiğinde hemen hocanın sözünü keserler. “Aman ha havftan çok bahsetme. Sürekli reca aşıla! Allah’ın rahmeti bol nasıl olsa. Niye gazabını anlatıyorsun ki?” derler. Derler ama pekiyi Kur’an’daki havf ile alakalı ayetleri nereye koyacaksın? Efendimiz’de zirvesini gördüğümüz mehafetullahı nereye koyacaksın?
Azıcık hüzünden dem vurulsa “Aman ha duygusal şeylerden bahsetme! Gülüp eğleniyoruz şurada. Tadımızı kaçırma!” deyip karşı çıkarlar. Sormazlar mı adama “Artık kazandıklarının karşılığı olarak, az gülsünler, çok ağlasınlar.” ayeti neden nazil olmuş o zaman?” diye. Sormazlar mı “Allah Resulü neden bir defa bile azı dişleri görünene kadar gülmemiş?” diye. Bulunduğumuz her mekân, görüştüğümüz her insan zaten bizi hüzünden fersah fersah uzaklaştırıyor. Sosyal medya ortamı desen, komik videolardan, tiktok rezaletinden, bel altı esprilerden geçilmiyor. Şu acayip zamanda hüzünden dem vuran kaç kişi kaldı ki? Nefisler sürekli pohpohlanmaktan balon gibi şişmişken, ölümü öldürmek için azami çaba sarf ediliyorken, insanları uyarma vazifesiyle mesul olan din görevlileri de sussa, hüzünden bahsetmese, dinin altı yavaş yavaş oyulup gidecek, farkında olmayacağız. “Aman şundan bahsetme! Aman bundan bahsetme!” diyenler, dini kırpa kırpa tüyleri yolunmuş tavuğa dönüştürecek, ruhumuz duymayacak. Öyleyse, kınayanın kınamasına aldırmadan “Bismillah” deyip çıkalım yola. “Durmak yok, Hakkı haykırmaya devam!”
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.



