Kalbin Manevi Sönüşü ve Alametleri (2)
Kalbin Manevi Sönüşü ve Alametleri (2)
Ayşeli Polat yazdı...
Ayşeli Polat yazdı...
4. Dünyevî Meyl Ve İhtiras: Dünyaya olan aşırı muhabbet, kalbin en zararlı illetlerindendir. Katılaşmış gönül, faniyi bakiye tercih eder. Dünya meşgalesiyle mest olmuş bu kişi için ahiret, mücerret bir tasavvurdan öteye geçmez. Kalbi, altın ve gümüşün parıltısına mahkûm; gönlü, menfaatin girdabında esirdir. Oysa dünya bir han, ahiret ise ebedî vatan. Hanı saray sanmak, hakikatin üstünü örter. Dünya Muhabbeti, gölgeyi asıl bilmektir. Dünya, bir handır; faniliğin ta kendisidir. Lâkin ne hazindir ki, nice gönüller bu handa ebediyet arar. Varlığı bir imtihan olan bu âlem, ne zaman ki gaye zannedilir, işte o zaman kalpler tezyîf olur, ruhlar zîr-ü zeber hâle gelir. Dünya sevgisi, kalbi perdeleyen en kalın manevi perdedir. O kadar ki, bir mü’minin gönlünde hem Mevlâ’ya hem de Mevlâdan gayrıya yer yoktur. Cenâb-ı Hak: "Ey iman edenler! Mallarınız ve evlâtlarınız sizi Allah’ı zikretmekten alıkoymasın." (Münâfikûn, 9) buyurur. Lakin günümüz insanı, zikir meclislerinden alışveriş merkezlerine, secdeden ekrana, şükürden şikâyete savrulmuş vaziyettedir. Zira dünya, cazibesiyle kandırır; meyliyle sarhoş eder. Saray gibi evler yapılır ama içinde huzur bulunmaz. Altınla döşenmiş sofralarda aç gönüller oturur. Çünkü dünyaya olan muhabbet, insanın ruhunu kör eder.
Ashâb-ı Kirâm’ın gözünde dünya, bir yolculuğun azığı kadardı. Hz. Ali (ra) der ki: “Dünya bir leştir; ona meyledebilecek olanlar da ancak köpeklerdir.” Ashâb-ı Kirâm, geceyi namazla, gündüzü hizmetle geçirir; kalplerine dünyayı değil, Rablerini yerleştirirlerdi. Biz ise, fani olanı yegâne gaye belleyip, evlatlarımızı bu minvalde yetiştirmişiz. Onların dünyada iyi bir yere gelmesi için harcadığımız çabayı, ötede yüz aklığı olacak amellerle donanması için harcamıyoruz.
Dünya sevgisi, ahireti unutturur. Kalpteki bu taalluk, ibadeti ağır, isyanı kolay kılar. Nimetin şükrü unutulur, servet ilahlaştırılır, rütbe sığınak yapılır. Herkes dünyada en yüksek payeyi ister ama Rabbin katında en yüce mertebeyi kimse sormaz. Gazzeliler, yerin altına gömülürken biz kat üstüne kat çıktık. Onlar bir tas çorba hayaliyle yaşarken, biz beş yıldızlı otellerde doymaz olduk. Oysa dünya sevgisi bir hastalıktır. Kalbe girdi mi, imanı zayıflatır, şükrü azaltır, tevazuyu öldürür. Dünya bizden ona kulluk etmemizi istiyor. Oysa Allah’ın bizden istediği; dünyayı avuçta, Allah sevgisini yürekte taşımaktır.
5. Hakka Meyletmemek: Nice zamandır sabahlar doğuyor üzerimize, lakin bir “Elhamdülillah” geçmiyor dilimizden. Gözlerimiz açılıyor nimete, kalplerimizse kapalı nimet verene… Zira bu çağın hastalığı: Allah’a karşı ilgisizlik. Diğer adıyla gaflet-i kalbî, ferman-ı İlâhîye karşı duyarsızlık, rahmet-i Mevlâ’dan habersizlik…
Kul için en yüce şeref, Rabbine yönelmek ve O’na kalben rabt olmaktır. Çünkü kalbin Rabbine yönelişi en büyük ibadettir. Rabbimiz her an kulunu görür, duyar, bilir. Her nimet bir nida, her musibet bir ihtardır. Lakin öyle bir hale geldik ki, ne nimete hakkıyla şükrediyoruz ne de beladan ibret alıyoruz. Gün doğuyor; iş, eş, sosyal medya, alışveriş... Hayat planımızda herkese bir yer var, ama Hayy ve Kayyûm olan Allah’a yer yok. Mevlâ’yı unutarak yaşıyoruz. Ashâb-ı Kirâm, bir ayeti işittiklerinde gözyaşlarına boğulurdu, okudukları ayet kalplerini titretirdi. Biz, ne kadar Kuran dinlersek dinleyelim, gönlümüzde makes bulmuyor. Neden? Zira ilgi yöne kayar; yön kıble değilse, kalp de ne yazık ki dünya istikametinde savrulur gider. Savrulmaya ara verip hiç sorduk mu? “En son ne zaman bir ayet kalbimizi yakacak kadar tesir etti?”
Allah’a karşı ilgisizliğin sonu, kalbin katılaşması ve ölmesidir. Ölü kalp, Rabbe karşı lâkayttır. Ne zikre rağbeti ne de tefekküre meyli vardır. Ezanı duyar ama anlamaz, Kur’an’ı okur ama hissetmez, duayı eder ama inanmaz. İşte bu, en ağır hastalıktır. İlgisizlik, kalbi yavaşça kurutan sessiz bir zehirdir. İlk önce namazı geciktirir, sonra da terk ettirir. Önce dua unutulur, sonra secde terk edilir. Nihayetinde bir ömür geçer, içinde Rab yoktur. Kul olur da Mevlâ’dan habersiz yaşar mı? Yaşar. Günümüz bunun en güzel kanıtıdır.
Gazzeliler bombaların arasında “Hasbünallah” derken, biz refahın ortasında Allah’ı küçümseyen bir hayata meylediyoruz. Gazze’de bir çocuk, ezanla secdeye kapanırken; burada binlerce çocuk, tablete kapanıyor. Allah’ı sevdiğimizi söylüyoruz, ama O’nun sevdiği amellere vakit ayırmıyoruz. Mevlâ, bizi her sabah yeniden diriltirken biz O’na yönelmiyoruz. Her an bizi sayısız belâdan korurken, O’na bir teşekkürü bile layık görmüyoruz. İlgisizlik, bir kalbin Allah’tan uzaklaştığını gösteren en acı işarettir. Evinde misafir ağırlayan insan, Rabbine vakit ayırmıyorsa, mesele sadece meşguliyet değil, meşgul edilen kalbin kimle dolu olduğudur. Ya dünya ile ya da Mevlâ ile… Çare, kalbi tövbe ile cilâlamak, zikr-i Mevlâ ile diriltmek, secdeyle yumuşatmaktır. Çünkü Allah’a yönelen bir kalp, hem dünyada huzur bulur, hem de ukbada vuslata erer.
6. Kibir: Kibir, kalbin karanlık ziftidir. Bir kimsenin ruhunda kibir fırtınası estiği zaman kalp katılaşır, nurdan nasibini kaybeder. Kibri kendine otağ edinen gönül, hakka ve hakikate karşı gözlerini perdelemiş olur; ilâhî kelamın inceliği, ayetlerin latif nuru bu kalbe nüfuz edemez. İşitir fakat tesir etmez, görür fakat hayrete düşmez. İnsan kibirli oldukça, nefsin heybeti yüreğinde kubbe kurar; hakikate dair her kelimeyi küçümser. İbadetlerdeki tevazuyu göremez, gönül sükûnuna eremez. Nefsin vehmi, akılla hüküm vermeye kalkar; kendi azametini bir meşale sanır, Allah’ın kudretini unutur. Bu ruh hâli, kalbin taşlaşmasına yol açar. Her hayır kelimesi kulağına sert bir taş gibi çarpar. Kalp nimetin farkına varmaz, şükür hissi donar ve iyilikten kaçınır. Oysa gönül, nefsin yüksekliğine kapılmayıp Allah’a karşı alçak gönüllü olursa, hakikî huzura erişir. Kibirli gönül, günah ve gafletin karanlığına gömülür, nurun ışığını göremez, rahmet kapıları aralanmaz. Hem kendine hem de mahlûkata karşı soğukluk ve vurdumduymazlık hissiyle, ilâhî emirleri küçümser ve tevazu mefhumundan uzaklaşır. Kul, bu hâlden kurtulmak istiyorsa önce nefsini terbiye etmeli, tevazu ile yıkanmalı, Allah’ın azametini idrakle gönlünü serinletmelidir.
7. Günahın Tatlı Zehrine Kanmak: Normal bir kalp, günah işlediğinde ürperir. Fakat zamanla o günah tekrar edildikçe, hisler körelir. Katılaşmış kalp ise, günahın hararetini hissetmez olur. Haramı normalleştirir, gafleti hâl sanır. Tövbeden uzak, istiğfardan beridir. Günah üzerine günah birikir, kalbi zift gibi kaplar. Oysa bir damla pişmanlık, nice karanlığı aydınlatabilir.
Günah, kalbin pası, alışkanlık ise helâkin eşiğidir. Evvelâ günah bir ayıptır, bir kusurdur. Kul bilir ki yaptığı Mevlâ’sını incitir. Lakin ilk seferde titreyen vicdan, zamanla susar. İlk gün iç burkan o hata, sonra bir tebessümle, derken normal bir davranış gibi gelir geçer. İşte felâketin başladığı an da budur: Günaha alışmak…
İnsan hatadan münezzeh değildir. Lakin “istiğfâr” gibi bir limanı vardır. Ancak bu limana uğramayanlar için, günah bir adet, bir meşgaleye dönüşür. Tövbesiz her günah, kalpte bir siyah nokta olur. Hadîs-i şerifte buyurulduğu gibi: “Kul bir günah işlerse kalbinde siyah bir nokta oluşur. Eğer tövbe ederse cilalanır. Etmezse o leke büyür, kalbi kaplar.” Bunun adı “rân”dır; yani günahın kalbi paslandırması, karartması. Zamanla göz harama alışır, kulak yalanı duymaktan rahatsız olmaz, dil gıybeti kanıksar. Hissiyat ölür. İnsanda bir tür “manen körelme” başlar. Evvelâ içini sızlatan bir günah, zamanla “zaten herkes yapıyor” denilerek meşrulaştırılır. Oysa Allah katında hüküm değişmemiştir: Günah, günahtır!
Günaha alışmak, önce kalbi nasırlaştırır, sonra vicdanı susturur. Ve kul öyle bir noktaya gelir ki, günahı sevmeye, hatta savunmaya başlar. Bu hâl, en tehlikeli hâllerden biridir. Zira artık kalp uyanmaz, kul tövbeyi hatırlamaz. Nefis, günahları süsler; şeytan, masum gösterir. Ve insan, kendi elleriyle ahiretini yıkar. Alışkanlık, insanı en büyük günahlara karşı bile duyarsızlaştırır. Meselâ gıybet, dedikodu, israf, yalan… Bunlar, mahşer günü terazimizi hafifleten büyük yüktür. Fakat dilimize öyle yerleşmiştir ki, gündelik hayatta “sohbet unsuru” olarak görülür. Kurtuluş, tövbede ve seher vakti gözyaşı ile huzurda nedametini ifade etmededir. Her alışkanlık, bir duayla kırılır. Her günah, bir secdeyle affa yol bulur. Lakin ilk adım, alıştığını fark etmektir. Günahın yüzüne bakıp: “Ben bu yaptığımla Allah’ı kırdım mı?” diyebilmektir. Unutmayalım ki farkında olsak da olmasak da her alışkanlık bizi Allah’tan biraz daha uzaklaştırır. Ve ne yazık ki o uzaklık, bazen bir ömür boyu tövbe etmeye bile fırsat tanımaz.
8. Kalpte Fesat Tohumu: İnsanoğlunun en kadim ve en tehlikeli marazlarından biri olan haset, ilk cinayetin sebebi olmuş, Âdem’in iki oğlundan birinin elini kardeşinin kanına bulaştırmıştır. Kalpte gizli bir kıvılcım gibi doğar; başkasının nimetiyle yanmaya başlar. Ve eğer söndürülmezse, sahibinin hem dünyasını hem de uhrevî selâmetini perişan eder. Çünkü haset, Cenâb-ı Hakk’ın taksimatına razı olmamaktır. Yani kadere itirazın sessiz ve sinsi hâlidir. Haset, kalbi kemiren bir yangındır, evvela sahibini yakar. Haset eden, o nimetin sahibine değil, onu verene kin besler. Cenâb-ı Hakk’ın takdirine gizli bir başkaldırıdır bu.
Haset öyle bir ruhi illettir ki, başkasında gördüğün bir nimetin yok olmasını temenni eder. “Onda olmasın, gerekirse bende de olmasın” dercesine yakar, yıkar, bozar insanı. Hâlbuki mü’minin nazarında kardeşinin nimeti, kendi üzerine yağmur gibi rahmettir. Zira veren Rab’dır, dilediğine hikmetiyle verir. Efendimiz (s.a.v) bu konuda: “Haset, iyilikleri tıpkı ateşin odunu yok ettiği gibi yok eder.” Buyurur.
Sosyal medyada gördüğümüz her güzellik karşısında kalbimizde bir kıpırtı hissediyor, “Ona bu niye verildi?” diye iç geçiriyorsak, içimizdeki o sinsi düşmana kulak veriyoruz demektir. Çünkü haset, bazen bir tebessümle gizlenir ama aslında içten içe kalbi çürütür. Ve ne acıdır ki, haset yalnız sahibini yakmaz. Fitne doğurur, dedikodu üretir, kardeşliği zehirler. Hasedin beslendiği yerde tevazu solgunlaşır, muhabbet kurur. Oysa ümmet, kalbi yekvücut olan, birbirinin hayrına sevinen müminlerin toplamını ifade eder.
Şunu unutmamalıyız: Haset eden kişi, belki nimeti başkasında yok edemez; ama kendi nasibini ziyan eder. Ve bu ziyan, yalnız dünyada değil, mahşer meydanında da karşısına çıkar. Hasedin tedavisi ise, rızadır, kanaattır ve duadır. Nimete değil, nimeti verene bakmaktır.
9. Ümmetin Nurundan Mahrumiyet: Farklı ırklara mensup olsak, farklı lisanları konuşsak, farklı coğrafyalarda yaşasak da aynı secdeye baş koymuş, aynı kelime-i şehadeti haykırmış bir ümmetin fertleri, bir vücudun azalarıyız. Bu azalardan biri rahatsızlandığında diğerleri ona yardıma koşmalıyken, bencillik denizinde boğulmuş, paramparça olmuşuz. Mukaddes ümmet bağının zayıflamasından mütevellit kalplerimiz birbirinden bîhaber, gözlerimiz kardeşinin yarasına kör, kulaklarımız mazlumun feryadına sağır olmuş. Kalplerimiz öylesine katılaşmış ki, ümmetin derdiyle dertlenmez olmuş. Gazze'de akan kan, Doğu Türkistan’da ağlayan yetim, Arakan’da yanmış can gündemimize girmez olmuş. Bütün bunlar katılaşmış kalbin alametlerindendir. Böyle bir kalbi taşıyan kişi, kendi konforunda boğulmuş, ümmetin feryadına sağır olmuştur. Hâlbuki mü’minler Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) buyurduğu üzere: “Birbirini sevmede, birbirine merhamet etmede ve şefkat göstermede bir beden gibidir. O bedenden bir uzuv hasta olursa, diğer uzuvlar da uykusuzluk ve hararetle ona iştirak eder.” Samimiyeti kuşanarak soralım kendimize: “Acaba bu hadis bizim hayatımızın neresinde?”
Ümmetten kopmak, sadece bir topluluğa ait hissedememek değildir. Bu, derin bir kalbî çoraklıktır. Ümmetten kopan, kalabalıkta yetim kalır, rahmetten uzak düşer. Mü’minin kalbinde, Gazze'de yetim kalan bir çocuğun gözyaşı yer bulmuyorsa, Arakan’daki bir annenin feryadı gönlüne dokunmuyorsa; o kalp hâlâ canlı mıdır? Yoksa teferruatta boğulmuş, ekran karşısında vicdan tatminiyle uyutulmuş bir hissizliğin kurbanı mıdır? Bugün bir ümmetin ferdi olarak, en son hangi müslüman coğrafyanın acısıyla gözyaşı döktük? Hangi yakarışımızın arasına "Allah’ım, ümmeti Muhammed’e nusret ver" duasını yerleştirdik?
Ümmetten kopmak, yalnızlaşmak değil; köksüzleşmektir. Ve köksüz kalan bir ağaç, en hafif rüzgârda bile devrilir. Mü’min, yalnızca namazını değil; kardeşinin derdini de taşır omuzlarında. Mazlumun yükünü hissetmeyen, ümmetin ruhunu kaybetmiştir. Eğer yeniden dirilmek istiyorsak, ümmet bilincini canlandırmalıyız.
Katı kalp, adeta gönül sarayının duvarlarında örülmüş kalın ve sarsılmaz bir tuğla misali, insanın ruhî âlemine giren ne varsa geri çevirir; ayetlerin huşu ve hadislerin hikmet dolu tesirini hissedemez. Lâkin Allah Teâlâ’nın kudreti, rahmet-i ilâhînin engin denizleri, bu taşlaşmış gönülleri dahi eritebilecek kudret ve hikmete maliktir. Gönül, ne kadar katı ve murdar olursa olsun, Allah’ın rızasına yöneldiği anda sarsılmaz duvarlar çatlamaya başlar, kalbin mahzenlerinde gizlenmiş sızılar ilâhî nur ile aydınlanır.
İnsan-ı kâmil, kendi nefsiyle baş başa kaldığında, bu katılık hâlinin sebeplerini görür; dünya vehmine, nefis arzularına ve gaflete yenik düştüğünü fark eder. İşte o vakit, kalbin taşlaşmış tabiatına karşı yapılacak en büyük silah, tevbe-i nasûh ve istiğfarın daimî hâline gelmesidir. Kalp, Allah’ın zikriyle, Kur’an-ı Kerîm’in muhkem ayetleriyle ve Rasûlullah’ın (s.a.v.) sünnetiyle yoğrulduğunda, eski nurunu hatırlar; göğsünde sıkışan pişmanlıklar, rahmet-i İlâhî ile temizlenir, gönül meyve verir. Bu hâlde, katılaşmış kalp için en büyük umut, Allah’ın engin rahmetindedir. Her bir tövbe, her bir samimi niyet, her bir feryat, gönül zırhını deler; kalbi tekrar yumuşatır ve Allah’a yönelten bir yol açar. Katı kalp, ne kadar uzun süre gaflette kalsa da, ilâhî tesirle yeniden hayat bulabilir; şükür, sadakat, ibadet ve tefekkür ile yeniden inşa edilebilir. Bu durum, insana hem kendi acizliğini hem de Rabbani kudreti idrak ettirir; kalp, nihayetinde Allah’tan başka sığınacak yer olmadığını kabul eder ve rıza-i İlâhîye boyun eğer.
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.



